Günümüzde insan aklına, insânî değerlere, insanlık onur ve haysiyetine ilişkin olarak felsefe târihinde eşi benzeri görülmedik bir güvensizlik var..
Post modernistler insanı kocaman bir “simülasyon evreni”ne müebbet; hemen tüm insânî değerlerini yitirmiş, toplumsal kurumların derin enkâzı içinde debelenerek ömür tüketen bir varlık olarak konumlandırıyor..
Hem böyle konumlandırmakla da kalmıyor, berâberinde bu güvensizliği topluma habis bir ur gibi yayıyorlar..
Post modernistleri kendilerine mürşit bilmiş bilgi tâcirleri; liboş entel-dantel adıyla nam zevat bu konuda skeptik-sofistleri bile geride bırakmış durumda..
Fakat değerler hâlâ parıltısından birşey yitirmiyor!..
Özgürlük, demokrasi, insan hakları vb.. uğruna daha ne kadar insanlık suçu işlenirse işlensin, bu değerler daha hangi psikopatolojik plân ve projeye âlet edilirse edilsin, insan ruhunda bu değerlere ilişkin doğal bir yönelim var, zâten bu değerleri hâlâ değerli kılan da bu yönelim..
Ben bu yönelimin kaynağını tartışmıyorum; buna ister “fıtrat” deyin, ister “süperego”, ister “sınıf bilinci” ya da başka birşey.. Fakat şu gerçek ortadadır ki değerlerin değersizleşmesinden yakınan en “marjinâl kesimler” bile aslında değerlerin yeniden değerlenmesine yönelik bir ilginin dolayımında bu yakınmaları dile getiriyor..
Bütün mesele: bu ilgiyi doğru yönelimlere dönüştürmek ve buradan hareketle bireysel ve toplumsal bir ahlâk kurmayı başarabilmek..
Bir örnek vereyim:
8-10 yaşlarında dünyâlar güzeli bir kız çocuğu..
Bir de ellisini devirmiş, hayattan ve insanlıktan umudunu kesmiş bir adam..
Kızcağızı hunharca boğazlıyor!..
Polise verdiği ifâde şu: “Bu kız büyüyünce günâh işleyecekti, ben onu yol yakınken kurtardım, Cennet’e gönderdim!..”
İşte, bu şahıs bile en “cânî”, en “ruh hastası” kimselerin (bile!..) değerlere yönelik böyle bir ilgi duyduklarını; fakat bu ilgiyi doğru bir yönelime dönüştürmenin her zaman mümkün olmadığını, bunun kolay bir iş olmadığını apaçık gösteriyor..
Şahıs elbette suçlu, ben onu aklamanın, suçu meşrulaştırmanın peşinde değilim; fakat bu şahıs (bile) bize bu gerçeği en apaçık şekliyle gösteriyorken “sağlıklı düşünen bizler”de bu güvensizliğin nedeni ne; ben bunu anlamak ve anlamlandırmak istiyorum..
Görünen o ki her türlü “üst-anlatı”yı reddeden, bilgi ile nesnesi arasındaki bağı kopartan, insan bilgisini iktidâr ilişkilerinin tahakkümüne sokan, nesnesiz düşünüp içeriksiz konuşmayı mârifet sanan şu post modernist zevatın üzerinde anlaştıkları tek şey: entellektüel kaçış..
Bu kaçışın değişik nedenleri ve sonuçları var; meselâ toplumsal mevkî ve şan şöhret budalalığı ile post kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu “umutlarını yitirmiş insan”ı yaratma projesi bunlardan önde gelenleri..
Post kapitalist toplum içinde aptallaştırılan, insânî değerleri unutturulan, hemen herşeyi kendi çıkarları açısından değerlendiren geniş bir insan kitlesinin varlığı yadsınamaz; ben de yadsımıyorum ve bu bağlamda söz gelişi Baudrillard’ın vermiş olduğu bir örneğin; Sudan iç savaşını televizyonda tuvalet kâğıdı reklâmı izler gibi izleyen kitlelerin ben de elbette ki farkındayım; fakat buradan hareketle insan aklına, insânî değerlere, insanlık onur ve haysiyetine duyulan güvensizliğin Batının kendi insanlarına, kendi toplum yapısına ve o öve öve bitiremedikleri “liboş erdemleri”ne ilişkin bir simülasyon olduğunu savunuyorum..
Söz konusu olan savaş Sudan’da değil de kendi ülkelerinde olsa, bu kitle yine böyle seyirci kalabilir miydi!..
Velev ki kaldı, ki bunun bizde örneği de var; gerçi post kapitalist toplumdaki bir ilgisizlik olarak değil ama, kendi hayâtını, inanç evrenini ilgilendiren bir konuda bile böylesi bir ilgisizlik bu topraklarda Millî Mücâdele yıllarında maalesef yaşandı; fakat buradan hareketle ortak insanlık târihinin geldiği nokta îtîbârîyle bu kadar tezat bir sonuca varılabilir mi!..
Demek ki mesele post kapitalist toplumda değerlerin yalnızca kişilerin kendi ben’leriyle ilgili olarak değerlendirilmesi; araçsal aklın yalnızca kendi küçük dünyâlarında kendilerine mutluluk sağlamak için kullanılması; onun içindir ki ne Sudan iç savaşı umurlarında ne de kendilerine dokunmayan başka bir olay..
Bu tıpkı Banker Kastelli’nin, intihar etmeden kısa bir süre önce, “Ticâret kirlendi, artık insanlar kime güveneceklerini bilemiyor!..” demesi gibi birşey!..
Bu timsah gözyaşları onu elbette affettirmez; ancak bunun post kapitalist toplumda araçsal akıl-birey-değerler ilişkisi çerçevesinde ibretlik bir örnek olduğunu da görmek lâzım..
O hâlde sorunun adını doğru koymak, teşhislerimizi doğru yapmak lâzım..
Geçen yüzyılda Batı kendisine garip bir Doğu imajı yarattı; ama yarattığı bu imajın gerçekle hiçbir ilişkisi yoktu; buna oryantalizm dediler.. Günümüzde de kendine bu kez daha değişik bir Batı imajı, bunun dolayımında iğrenç bir dünyâ imajı yarattı ki bunun da gerçekle son derece hastalıklı bir ilişkisi var!..
İnsânî değerler post modernizmin simülasyon evreninde değeri sıfıra düşmeyecek karar değerli; çünkü insan aklı, temel yönelimleri, ilgileri, beklentileri, doğal ihtiyaçları vb.. dünyâ ne kadar değersizleşirse değersizleşsin, bu değerler ne kadar çiğnenirse çiğnensin yine de bu değerlere ilişkin karşı konulamaz bir yönelim duyuyor..
Dediğim gibi, ben bunun kaynağını merak etmiyorum, vâroluşumuz böyle, deyip geçiyorum; siz ister “fıtrat” deyin, ister “süperego”, ister “sınıf bilinci” vb..
Fakat post modernistler buna (da) bir “üst-anlatı” deyip saldırdığı zaman bu yönelimi ve değişik yönelim tarzlarını olanaklı kılan değerlilik yaşantılarını ortadan kaldırmış olmazlar/olamazlar!..
Demin de söylediğim gibi, değerlerin değersizleşmesinden yakınan en “marjinâl kesimler” bile aslında değerlerin yeniden değerlenmesine yönelik bir ilginin dolayımında bu yakınmaları dile getiriyordur ve asıl sorun ontolojik değil; epistemolojik ve toplumkuramsal bir sorundur; bunları da kuşatan bir eğitim sorunudur..
Bu konuda daha pek çok şey söylenebilir; fakat “herkes kendi delisiyle uğraşsın” sözüne istinâden ben bunları Batının aklıselim aydınlarına bırakıp sözü bizim liboş entel-dantel zevata getirmek istiyorum; çünkü eğitim konusunda (da) bu zevat toplumumuzda son 25-30 yıldır sürmekte olan çürümenin nedenleri arasında başı çekiyor, bu sorunları çözmenin önünde ciddî bir engel teşkil ediyor..
Aydın olmak zor iş; aydın olmak berâberinde hep toplumsal bir sorumluluğu getirir; bu zevat bırakınız aydın olmayı, doğru düzgün bir entellektüel olmayı bile başaramamış; kendilerine, ailelerine, toplumlarına ve dünyâ halklarına söyleyebilecek iki çift sözü hiçbir zaman olmamış, ya bir kürsü kapma ya da kendilerine dünyâlık yapma telâşına düşmüşler..
İmdi bu zevatı anlatacak en güzel deyim, şüphe yoktur ki: besleme aydın!..
Bu besleme aydınların hemen her yerde arz-ı endâm etmesi, özellikle de (k)akademilerde mantar gibi bitmesi 12 Eylül’den sonra oldu; Kenan Paşa ve Özalizmin mârifetidir bunlar..
Bu zevat toplumsal sorumluluktan kaçma ve ahlâkî duyarlılığın yitirilmesinin bir sonucu; toplum -özellikle de burjuva- bunları besledikçe onlar toplumu zehirlemeyi arttırarak sürdürüyor/sürdürecek..
Komprador burjuvaya verdikleri “danışmanlık hizmeti”, yüksek cirolu şirketlerin reklâmcılık departmanlarında yaptıkları “toplum mühendisliği”, Soros ve çocuklarına (k)akademilerde ve sivil toplum kuruluşlarında yetiştirdikleri lejyonerler, “bir kısım medya”da kalem oynatarak “toplumun gazını almak” ve daha büyük kitle hareketlerinin önüne geçmek yönünde sürdürdükleri faaliyetlerin karşılığı işte bu maalesef..
Bu besleme aydınların en önemli özelliğidir: hiçbirinde “sorun temelli düşünüş” bulamazsınız.. Bunlardan (k)akademisyen olanlarının yüksek lisans ve doktora tezleri falanca filozofun filânca görüşü, ya da falancanın filânca üzerindeki etkisi, veyahut falancanın filâncadan nasıl etkilendiği vs.. vs.. vs.. üzerinde döner dolaşır..
Örneğin liboş marksistlerden hemen hiçbirinin söz gelişi devlet kapitalizmi, sosyâl sigortacılık sistemi ya da post kapitalist toplumda birey-kültür sorunu üzerine bir tek cümlesini bulamazsınız; varsa yoksa Marks şurda şunu söylemiş, burda bunu söylemiş; Marks’ın şu görüşü falancayı şöyle etkilemiş, filâncayı böyle etkilemiş, vs.. vs.. vs..
İşte, (k)akademik felsefenin içler acısı hâli!..
Yaptıkları niteliksiz çalışmalarda “sorun temelli düşünüş” olmadığı için felsefe târihini kocaman bir “dedikodu târihi” hâline getirdiler; şu şuna şunu demiş, bu buna bunu!..
Dolayısıyla başta (k)akademilerimiz olmak üzere eğitim kurumlarımız maalesef kişileri toplumsal ve ahlâkî sorumlulukla donatma amacını gütmüyor ve bu zevat tıpkı Cumhuriyet dönemindeki üniversite reformu sırasında tasfiye edilen yobaz, gerici, işbirlikçi kadrolar gibi üniversitelerden tasfiye edilmedikçe eğitim sistemimiz ve özellikle de felsefe eğitimi konusunda pek birşey değişecek gibi görünmüyor..
İmdi mevcut siyâsî iktidârın -AKP; Anti-Kemalist Parti- böyle bir tasfiye operasyonunu yapması bir tarafa, bunun gereğini anlayabilecek, değerlendirebilecek bir geniş görüşlülüğe, bir felsefî bilince sâhip olmadığı ortadayken bu besleme aydınlarının topluma yapabileceği en büyük hizmet: balinalar gibi toplu intihar etmek olsa gerek!..
Mâdem liboş erdemlerine bu kadar bağlısınız ve yaşadığımız dünyâya ilişkin bu kadar şikâyetçi; tutturmuşsunuz bir “simülasyon evreni” zırvalığı, gerçeklere gözleriniz kapadığınız gibi size biat edenleri de zehirliyorsunuz; o hâlde insan olma erdemi gösteremediniz, bâri balina erdemi gösterin!..
Şımarttığınız, elini eteğini öptüğünüz, topluma model olarak gösterdiğiniz ahlâksız, hortumcu, yetim hakkı yiyen kimselerin belki bu yolla size de bir faydası dokunur..
Simülasyon deyip duruyordunuz ya, işte size simülasyon: Banker Kastelli’nin sahte şöhretinden, sahte “rol modelliği”nden daha güzel simülasyon mu olur!..
Bankeriniz Kastelli önden gitti, oradakileri de dolandırıp şimdi sizin için bir karşılama komitesi hazırlıyordur nasıl olsa; buyrunuz, bankerinizi daha fazla bekletmeyiniz, vakit nakittir ne de olsa, karşılama komitesindekiler siz geciktikçe ek ücret talep edebilir!..
Hadi, daha fazla bekletmeyin bankerinizi!..
Selâmetle!..